Deprem Altında Bir Sene

Ülke deprem sağanağı altındaydı. Her an sallanan bir bina olmasa, dişlerini kıracaklardı. Dişleri zangır zangır titrerken böyle dediler. Bazıları kaşıklarını ağızlarına götürebilmek için özel gayret sarf ediyordu. Çoğu restoran ve kahvelerde hafif ısınmış, burun değdirebilecek sıcaklıkta yiyecek ve içecekler sunuluyordu. Aksi yönde titreşen masalarda… İster istemez pipet satışları tavan yapmıştı. Çoğusu artık yanlarında eskiden garipsedikleri şekilde pipetleri, gömlek ya ceket ceplerinde taşıyordu. Kalem boyutunda olanından eski araba antenleri gibi iç içe geçebilenine, uç uca eklenenine kadar birçoğu piyasada rağbet görmüştü. Kamıştan metaline, kağıttan bambusuna binbir çeşidi mevcuttu; ikinci altı aydan sonra.

Kafasında melon siyah şapkalı bir kadının kırmızı rujlu dudaklarına değen duyurumdaki pipet yok satmıştı. Bunun üzerine 0.2, 0.3… sürümleri birbirinin yerlerini bir iki ay içerisinde almıştı. İkinci çok satan ürün yiyeceği püreye çeviren çırpıcıydı. İlandaki başka manken kızıl saçlıydı. Bilekleri ay beyazıydı. Bu kadını bir daha görmedik. Bir gün duyurumluklardaki mankenlerden biri linç edilmişti. O, bu muydu yoksa diğeri miydi tam hatırlayamıyorum. Fakirler yemeklerini genelde havanda dövüyordular.

Sadece ülke değil, bütün dünya sallanıyordu. Yerliler yanar dağlarının faaliyeti ile yok oldular. Onlardan hiçbir iz kalmadığı söylenebilir. Gerçi eskiden de müzeliklerdi, ama günümüzde kapalı, sarsılmayan, sarsılsa da demir kutudan ibaret müzelerde yanardağ tüfleri ile birlikte sergileniyorlar. Giden yok. Gelişmişlik düzeyi denen şey ortadan kalkmaya başlamıştı. Zaten orta düzey, gelişmekte olan ülke tabirine hiç katlanamam, ezikliğini gizleme çabasıdır. Dolar battı. Sevindiniz mi? Biz de çok sevinmiştik. İlginç, aklıma gelince halen suratıma titreşen bir gülücük takılır.

Gelişmiş ülkelerde sallanan sandalyeler gibi deprem evleri inşa edilmişti. Deprem hissini en aza indirsin için. Dini cemaatler Tanrı… Onu kızdırdık, demişlerdi haliyle. Yumruklarını öfkeli yığınlar karşısında savuran diğerleri tanrıtanımazlardı. Tanrının bununla bir ilgisinin olamayacağını, bilimin her katılaşmış beyni ehilleştirebileceğini, haddi zatında Tanrı diye bir şeyin olmadığını kaçıncı defadır ileri sürüyordular. Üçüncü türden kişiler vardı; ama onlara azınlık diyebilir, görmezden gelebiliriz. Her şey ayın yörüngesinden çıkması ile başladı dedi birisi. Jüpiterin çekimine girdi, bizi terk etti… Ayın bir yere gittiği yoktu, sadece ay güneşten ışın almıyordu. İlk zamanlardı. Sallantılı bir televizyon programına katılan astrolog, astrolojik göstergeler, dünyanın sonunu işaretliyor diyordu. Bir ara düşeyazmıştı. Hepsi söz birliği etmişçesine politikacılar “ülkemiz tarihsel bir süreçten geçiyor…”u cümle girizgahı yapmıştılar. Gelişmiş ya da az gelişmiş ülkeler cahillikte eşitlenmişti. Aklını sele gönlünü yele vermiş, sorumluluktan azade, seçimsiz bir döneme girildiğini, kapanın elinde kaldığı bir dünyada yaşandığını söylüyordular. Gerçi eskiden de öyleydi. İlkin dükkan yağmaları başlar gibi oldu. Ardından herkes elindeki pudingi bile paylaşmaya başladı. İnsanın zor zamanda, hele hele yarın öleceğini bile bile haksızlık ve bencillik yapacağını kim iddia etmişse halt etmiş. İlk altı ay üretim durdu. Çünkü depreme uygun fabrikalar inşa etmek zaman almıştı. Bir zıpçıktı fabrikaları deprem bölgesi olmayan bir yere kuralım dedi. İtiraz hemen geldi. Deprem sadece çıktığı yeri ilgilendirmez, depremin sınırı yoktur, çemiş! Gemi mühendisleri söze daldılar. Bunu yapsa yapsa donanma yapar. Onlardır gemileri azgın dalgalar ve cılızları karşısında durduran. Bize üç ay verin, hallederiz. Paranın pek kıymeti kalmamıştı ama geniş ödenekler ayrılmıştı. Öyle deniyordu. Derken gereken düzenek organize sanayide bir usta tarafından keşfedildi. Patentini alamadığı için devlete bedavaya maloldu. Yine de bazıları Çinlilerden satın aldığımızı söyler, b.k yesinler.

İnsanoğlu zoru görünce çare üretmekte, kavgayı bir yana bırakmakta mahirdir. Tarlalardan çıkan ürünler yamru yumruydu ama olsun; yeniliyordu. Dünya eskisinden daha organik diye şakalar yapılıyordu, pazarlarda. İkinci altı ayda uyum sağladık sayılır. İnsanlar sarsılmadıklarına dair yanındakileri ikna etmeye çalışıyorlar. Kimisi ötekine kekeleyerek “bak titremiyorum başım sallanıyor sadece” diyordu. “Düzgün konuş, bu kız kalbimi titretiyor, kendine gel…” yerinde söylenince güldüren espirilerdi. Halbuki insanoğlu yürürse iç organları takılı olduğu yerde sallanır. Bu da Tanrının bir hikmeti, geçip gidecek görürsünüz. Doktor önlüğü giymiş ünlü kimyager böyle diyordu. Aslında bunların hepsi uydurma, içtiğimiz suya katılan sinir ilacı yüzündendir yaşadıklarımız. Bilim adamları suskundu. Ne hikmetse şaşalıyor, tek bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir, kabızlığından kurtulamıyor, lafı ağızlarında geveliyordular. Cahillikte eşitlenmiştik.

İlk zamanlardı, hiç aklımdan çıkmaz televizyon… Söylemeyi unuttum, yörüngedeki uydular yer ve gök arasında tercihte bulunmuş, kitlesel iletişim bizi terk etmişti. Haftalık yazılar ve radyo yayınları hariç düpedüz gerilemiştik. Nerede o internet ve uzay çağı sakızları, saçmalıkları. İlk zamanlardı… İnternet anında kesilmişti. Uydular yörüngede geziniyordular. Hiç aklımdan çıkmaz televizyon izlemek zorunda kalmıştım. Artçılar daha başlamamıştı. Yine de iş hayatım, dolayısıyla hayatım berbattı. Görüntü aygıtından çıkan sesle ve görüntüyle şaşa kalmıştım. Bir kız çocuğu doksan bir saat sonra mahsur kaldığı yıkıntı molozlarından kurtarılmıştı. Ondan önce seksen küsur saati devirip enkazdan çıkarılan bir başka kız çocuğunun haberini izlemiştik. İkisi ve diğer geri kalanlar için sevinmiş, böyle bir kurtarma ekibine sahip olmak göğsümüzü kabartmıştı. Seksen saatte kurtulan kızın resmi, bardak ve tişörtlere baskılanmış. Kısa zamanda tükenmiş ve yatırımcılar bundan büyük kar etmişler. Doksan bir saatte kurtulan kızı önceleri televizyoncular, instagram artığı ünlüler, müzisyenler, bilumum devlet erkanı ve uzak akrabaları ziyaret etti. Kızsa herkese cicilik yapıyor ve onları kırmıyordu. Elini salla diyordular, elini sallıyordu. Ben iyiyim de, isteği üzerine, ben iyiyim beni merak etmeyin deyiveriyordu. Hatta futbol karşılaşması öncesinde herkesle tokalaştı. Zaten o yaşlarda çocuk nedir ki? İstemese de melek. Bir gün doksan bir saat sonra kurtarılanın ev kapısı çalındı. Hakkında bir televizyon dizisi yapılması için ailesiyle anlaşma yapıldı. Hayat hikayesinin yayın hakları satın alınmıştı. Ailesinin acıklı hayatı, acıklı müziklerle desteklenerek yayınlanacaktı. Kızı yeni bir oyuncu canlandıracaktı haliyle. Oyuncunun üç yaş farkı göze batmayacaktı. Makyajla gençleştirilmişti.

Kızın ailesi iyi ki parayı almış. Çünkü uydular üç aya kalmadan gökyüzünden kayboldu. Dizi yayınlanamadı. Bütün sektör ve çalışanları batmıştı. Şirket aileden parayı geri talep etti. Mahkemeler eskiden acelesi yoksa beş senede sonuçlanırdı. Şimdi tahminim ancak üç senede mahkeme celbi aileye ulaşır. Ailesi bir karavanda yaşıyor şimdileri. Öyle duyduk. O yüzden mahkeme celbini almayacaklarına kesin gözüyle bakabiliriz. Ayrıca üzülmeyin, ilk altı aydan sonra zenginlerin hepsi salınımlı karavanlara yerleşti. Evler lüks olmaktan çıktı. Benim aklım diğer kız çocuğunda, acaba ailesi hayatta mıdır, ne yapar, ne yer, ne içer? Bir iki saat daha dayansaydım diye hayıflanıyor mudur? Bir dahakine göçük altında beni daha fazla bırak Allah’ım diye dua ediyor mudur? Yoksa annesi muhabirlere siktir mi çekti de haberimiz yok?

4 replies to “Deprem Altında Bir Sene

deepblue için bir cevap yazın Cevabı iptal et

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın
close-alt close collapse comment ellipsis expand gallery heart lock menu next pinned previous reply search share star